Demo

Kategori: Blog

  • DENİZLERDE PAH KİRLİLİĞİ

    Denizlerde PAH kirliliğinin en önemli kaynağı petrol ve türevleridir. Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar (PAH’lar); kömür, petrol, doğalgaz, odun ve hatta gıdaların yanması sırasında ortaya çıkan kimyasal bileşiklerdir. Bu maddeler doğada kolayca parçalanmaz, uzun süre kalıcıdır ve toksik etkileri nedeniyle deniz ekosistemlerinde ciddi sorunlara yol açar.

    Petrol tankerlerinin deniz kazaları sonucu sızdırdığı ham petrol, limanlarda yakıt ikmali sırasında dökülen yakıtlar veya rafinerilerden denize ulaşan atıklar doğrudan PAH yükü taşır. Bunun dışında, karasal kaynaklı emisyonlar da önemli bir etkendir. Motorlu taşıtlardan, fabrikalardan ve ısınmada kullanılan yakıtlardan atmosfere karışan PAH’lar, yağmur ve rüzgâr yoluyla denizlere taşınır. Kentsel atık suların arıtılmadan denize verilmesi ve büyük gemilerin egzoz gazları da denizlerdeki PAH kirliliğini artıran diğer faktörlerdir.

    PAH’lar, çözeltiden kolayca ayrılıp deniz tabanına çöker. Burada sediman içinde uzun süre kalıcı olur ve zamanla deniz canlılarının dokularında birikir. Balıklar, midyeler ve diğer canlılar bu maddeleri biyolojik süreçleriyle parçalayamaz ve dokularında biriktirir. Böylece PAH’lar besin zincirine girer ve sonunda insanlara kadar ulaşır.

    Bu bileşiklerin toksik etkileri oldukça geniştir. Yüksek seviyelerde maruziyet, planktonlarda ve bentik (dipte yaşayan) canlılarda üreme problemlerine, büyüme geriliklerine ve hatta ölümlere yol açabilir. Bazı PAH türleri, özellikle benzo[a]piren, Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı tarafından kanserojen olarak sınıflandırılmıştır. Bu da deniz ürünleri tüketimi yoluyla insan sağlığına ciddi bir risk yaratır.

    Ayrıca, deniz tabanında biriken PAH’lar sediman kalitesini bozar. Bu durum, deniz ekosistemlerinde oksijen döngüsünü olumsuz etkiler, biyolojik çeşitliliğin azalmasına ve besin zincirinin dengesinin bozulmasına yol açar.

    Kirliliği Önlemenin Yolları

    Denizlerde PAH kirliliğini önlemek için hem küresel hem de yerel düzeyde önlemler alınmalıdır. Öncelikle, deniz taşımacılığında yakıt kalitesi artırılmalı, egzoz emisyonları azaltılmalı ve limanlarda yakıt sızıntıları sıkı denetim altında tutulmalıdır. Endüstriyel ve kentsel atık sular mutlaka arıtılmalı ve denize doğrudan bırakılmamalıdır. Petrol taşımacılığında çift cidarlı gemilerin kullanımı ve kazalara karşı acil müdahale ekipmanlarının hazır bulundurulması büyük önem taşır.

    Daha geniş ölçekte ise fosil yakıt kullanımını azaltmak ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek hem atmosferdeki hem de denizlerdeki PAH kirliliğini azaltacaktır.

    Denizler hem doğa için hem de insanlık için hayati öneme sahiptir. PAH kirliliği görünmez bir tehdit olsa da etkileri büyüktür. Deniz ürünlerini güvenle tüketebilmemiz, deniz canlılarının yaşamını sürdürebilmesi ve ekosistemlerin dengede kalabilmesi için PAH kirliliğinin önlenmesi şarttır. Bireysel ve toplumsal düzeyde alınacak önlemler, bu görünmez ama tehlikeli kirleticilerin denizlerdeki varlığını azaltmada önemli bir rol oynayacaktır.

     

    Feyza SAK

    Kimyager

     

    KAYNAKLAR

  • PORSELEN SIRLAMA

    Porselen, doğanın zarifliğini mühendislikle buluşturan en özel seramik malzemelerden biridir. Ancak bu zarif yüzeyin parlaklığını, dayanıklılığını ve estetik bütünlüğünü sağlayan en kritik aşama sırlama işlemidir. Sırlama, pişirilmiş porselen gövdenin yüzeyine cam benzeri bir tabaka kaplanması işlemidir. Bu tabaka, ürünü hem kimyasal ve mekanik etkilere karşı korur hem de istenen renk ve parlaklığı kazandırır.

    Sırlama süreci, yalnızca kimyasal formülasyonun doğruluğuna değil, üretim hattındaki mekanik saflığa da bağlıdır. Özellikle sırlama banyosuna karışabilecek metalik partiküller, hem yüzeyde estetik kusurlar (örneğin siyah noktalar, lekeler) oluşturabilir hem de ürünün mekanik dayanımını düşürebilir. İşte bu noktada manyetik ayırma sistemleri devreye girer. Sırlama tankına yerleştirilen mıknatıslar, ferromanyetik karakterli partikülleri manyetik alan etkisiyle tutarak sırın temiz kalmasını sağlar. Bu sayede: Yüzey kusurları (gömülü demir tanecikleri, lekeler) önlenir, mekanik mukavemet artar, çünkü mikro çatlak başlangıçları ortadan kalkar, renk ve parlaklık tutarlılığı korunur; özellikle manyetik pigmentlerin homojen dağılması kolaylaşır. Genellikle tank tabanına konumlandırılan çubuk mıknatıslar veya sıvı hatlarına entegre edilen manyetik filtreler kullanılır. Uygulamanın ölçeğine göre silindirik, prizmatik ya da halka formundaki modüller tercih edilebilir.

    Porselen sırlamada kullanılan mıknatıslar genel olarak üç grupta incelenir: Ferrit (seramik) mıknatıslar düşük maliyetli, paslanmaya dayanıklı, orta düzey manyetik güç sağlar. Alniko mıknatıslar yüksek sıcaklık stabilitesine sahiptir ve uzun süre manyetik özelliklerini korur. Nadir toprak mıknatısları; çok yüksek manyetik akı yoğunluğu sunar, kompakt yapılıdır, ancak yüksek sıcaklık ve nemden daha fazla etkilenir. Mıknatıs tipi seçimi; işletme sıcaklığı, sır kimyası ve sistemin maruz kaldığı akış koşulları göz önünde bulundurularak yapılmalıdır.

    Mıknatısların Kalite Kriterleri

    Manyetik Akı Yoğunluğu (Br); bir mıknatısın çekim kapasitesi doğrudan yüzeydeki manyetik akı yoğunluğuna (Br) bağlıdır. Yüksek Br değeri, mikron boyutundaki partiküllerin bile etkin şekilde tutulmasını sağlar. Koersivite (Hc) ve Manyetik Kararlılık; koersivite, mıknatısın ters alanlara karşı direncini gösterir. Sırlama tankındaki titreşim, akış hızı veya sıcaklık dalgalanmaları, düşük koersiviteye sahip mıknatısların zamanla zayıflamasına yol açabilir.

    Sıcaklık Dayanımı ve Curie Noktası; Curie noktası, mıknatısın manyetik özelliklerini kaybettiği kritik sıcaklıktır. İşletme sıcaklığının en az 1,5–2 katı Curie noktasına sahip mıknatıslar tercih edilmelidir. Kaplama ve Korozyon Direnci; Sırlama sıvısı genellikle hafif asidik veya alkali yapıda olduğundan, mıknatıs yüzeyleri alüminyum, nikrom veya epoksi kaplamalarla korunmalıdır. Bu kaplamaların kalınlığı ve yüzeye yapışma dayanımı da kalite değerlendirmelerinde dikkate alınır.

    Ölçüm ve Test Prosedürleri

    1. Gaussmetre ve Hall Probu ile Alan Ölçümü

    Mıknatısın yüzeyindeki ve çevresindeki akı yoğunluğu Gaussmetre ile ölçülür. Merkez ve kenar bölgelerdeki farklar, mıknatısın homojenliğini gösterir.

    1. Histerezis Eğrisi Analizi (VSM Testi)

    Laboratuvarlarda Vibrating Sample Magnetometer (VSM) cihazıyla mıknatısın B–H eğrisi çıkarılır. Bu analizden Br, Hc ve BH_max gibi enerji parametreleri elde edilir.

    1. Çekim Kuvveti Testi

    Mıknatısın yüzeye uyguladığı kuvvet Newton (N) cinsinden ölçülür. Bu değer, sahadaki gerçek kullanım koşullarıyla karşılaştırılır.

    1. Sıcaklık Dayanımı Testi

    Mıknatıslar 80–100 °C aralığında bekletilerek manyetik kayıpları izlenir. Curie noktasına yaklaşan mıknatısların performans düşüşü grafiklenir.

    1. Kaplama Yapışma ve Korozyon Deneyleri

    ASTM B117 veya ISO 9227 standartlarına göre tuz püskürtme testleri uygulanır. Böylece mıknatıs yüzeyinin paslanma direnci değerlendirilir.

    Porselen sırlama hattında kalite; yalnızca sır formülasyonunun kimyasal doğruluğuna değil, manyetik sistemlerin performans sürekliliğine de bağlıdır. Uygun mıknatıs seçimi, düzenli manyetik ölçümler ve korozyon testleri sayesinde: daha parlak ve homojen yüzeyler, daha yüksek mekanik dayanım, daha düşük fire oranı elde edilir.

     

    Feyza SAK

    Kimyager

     

    KAYNAKLAR

    • ASTM B117 – Standard Practice for Operating Salt Spray (Fog) Apparatus, ASTM International.
    • ISO 9227 – Corrosion Tests in Artificial Atmospheres – Salt Spray Tests. Jiles, D. (2016).
    • Introduction to Magnetism and Magnetic Materials, CRC Press.
    • Ceramic Industry Journal (2022). Magnetic Separation in Glaze Processing and Ceramic Quality Control.
    • Hsu, C. & Lee, W. (2020). Influence of Magnetic Field Strength on Porcelain Glaze Homogeneity, Journal of Ceramics and Surface Science.
  • ASKIDA KATI MADDELER (AKM)

    Su kalitesinin izlenmesi hem çevresel sürdürülebilirlik hem de insan sağlığı açısından kritik öneme sahiptir. Bu bağlamda askıda katı madde (AKM) tayini hem deniz sularında hem de atıksularda yapılan çevre analizlerinde en temel parametrelerden biridir. AKM, suyun içinde çözünmeyen, mikron boyutundan milimetre boyutuna kadar değişebilen partiküllerin toplamını ifade eder.

    Bu partiküller mineral kökenli olabileceği gibi organik artıklar, mikroorganizmalar, mikroplastikler ve endüstriyel kökenli ince partiküller de olabilir. AKM seviyeleri suyun bulanıklığını, ışık geçirgenliğini, çözünmüş oksijen dengesini ve hatta biyolojik çeşitliliği doğrudan etkiler.

     

    1. Neden Önemli?

    • Ekosistem Sağlığı: Yüksek AKM, fotosentetik organizmalara ulaşan ışığı sınırlar ve su altı bitki örtüsünü zayıflatır. Bu durum, balık popülasyonlarını ve besin zincirini olumsuz etkiler.
    • Kimyasal Kirlenme: AKM partikülleri ağır metaller, pestisitler veya organik kirleticiler gibi toksik bileşenleri yüzeylerinde adsorbe edebilir. Böylece, kirlilik sadece su kolonunda değil, besin zincirinde de birikim gösterir.
    • Halk Sağlığı: Arıtılmamış veya yetersiz arıtılmış AKM içeren sular, patojen mikroorganizmaları taşıyabilir ve içme suyu kaynaklarını tehdit edebilir.
    • Alıcı Ortam Etkileri: AKM’nin çökmesiyle nehir, göl veya deniz diplerinde tortu tabakası oluşur. Bu tabaka bentik canlı habitatlarını yok edebilir ve anaerobik koşulların gelişmesine yol açabilir.

     

    Deniz suyunun yüksek tuzluluk ve çözünmüş katı madde içeriği, analizi tatlı sudan farklı kılar. Eğer bu etki kontrol edilmezse, tuz kristalleri filtre üzerinde birikerek AKM değerini olduğundan yüksek gösterebilir.

     

    Çevre Yönetimi Açısından Değerlendirme

    • Deniz Suları: AKM izlenmesi, kıyı ekosistemlerinin sürdürülebilirliği için önemlidir. Örneğin, kıyı bölgelerindeki aşırı AKM artışı mercan resifleri ve deniz çayırları gibi hassas habitatları yok edebilir.
    • Atıksular: AKM arıtımı, suyun yeniden kullanımında (ör. tarımsal sulama, endüstriyel geri kullanım) kritik öneme sahiptir.

    Dolayısıyla, AKM analizleri yalnızca laboratuvar parametresi değil, aynı zamanda çevresel politika ve sürdürülebilirlik açısından da belirleyici bir göstergedir.

     

     

    Feyza SAK

    Kimyager

     

    KAYNAKLAR

    1. EPA Method 160.2 – Total Suspended Solids (TSS) in Water
    2. Standard Methods for the Examination of Water and Wastewater, 23rd & 24th Editions, APHA-AWWA-WEF
    3. WHO (2017) – Guidelines for Drinking-water Quality
    4. Bilgin, A., & Yüceer, M. (2020). Su ve Atıksu Arıtımında Katı Madde Giderimi. Çevre Teknolojileri Dergisi.
    5. UNEP (2016). Marine Litter and Microplastics: Global Lessons and Research to Inspire Action and Guide Policy Change.

     

  • TOPRAK VERİMLİLİĞİ

    Toprak, tarımsal üretimin en temel kaynağıdır. Bitkilerin gelişebilmesi için ihtiyaç duyduğu besin elementlerini, suyu ve uygun yaşam ortamını sağlayan toprakların verimliliği, sürdürülebilir tarım açısından büyük önem taşır. Ancak toprağın verimliliğini yalnızca bir özelliğine bakarak değerlendirmek mümkün değildir. Fiziksel, kimyasal ve biyolojik birçok parametrenin bir arada incelenmesi gerekir.

    Fiziksel Parametreler

    Toprağın fiziksel özellikleri, bitki köklerinin gelişimi ve su-hava dengesini doğrudan etkiler. Öncelikle toprak tekstürü yani kum, silt ve kil oranı verimliliğin temel göstergesidir. Su tutma kapasitesi yüksek kil oranı fazla topraklarda fazla su birikirken, kumlu topraklar daha geçirgen yapıları nedeniyle suyu çabuk kaybeder.

    Topraktaki kil, silt, kum ve organik madde parçacıkları zamanla birbirine bağlanarak agregatlar (küçük toprak tanecik toplulukları) oluşturur. Bu yapı sayesinde toprak gevşek ve süngerimsi hale gelir. Kökler bu agregatlar arasındaki boşluklardan kolayca ilerler, toprağa daha sağlam tutunur. Aynı zamanda oksijen ve karbondioksit gibi gazların toprağın içinde dolaşması kolaylaşır.

    Eğer agregatlaşma zayıfsa toprak ya çok sıkılaşır (beton gibi olur, kök gelişimi zorlaşır) ya da çok gevşek olur (su tutamaz, hızla drene olur). Kısaca; toprak yapısı yani agregatlaşma, köklerin toprağa tutunmasını ve oksijenin dolaşımını kolaylaştırır. Ayrıca hacim ağırlığı ve gözeneklilik de toprağın köklere ve mikroorganizmalara sunduğu yaşam alanını belirler. Hacim ağırlığı, toprağın sıkışıklığını gösterir. Yüksek olduğunda kökler zor gelişir ve oksijen azdır; düşük olduğunda ise toprak gevşek olur, kökler rahat ilerler ve mikroorganizmalar daha aktiftir.

    Gözeneklilik ise topraktaki boşlukların oranıdır. Büyük gözenekler suyun süzülmesini ve havalanmayı sağlarken, küçük gözenekler suyu tutar. İdeal bir toprakta bu iki tip gözenek dengeli bulunur ve bitkilere hem su hem de oksijen sağlar.

    Su tutma kapasitesi ve geçirgenlik ise özellikle kurak dönemlerde bitkinin ihtiyaç duyduğu suyu temin edebilmesi için kritik öneme sahiptir. Su tutma kapasitesi, toprağın suyu bünyesinde saklama yeteneğidir; geçirgenlik ise suyun toprak içinde hareket hızını gösterir. Kurak dönemlerde, suyu yeterince tutabilen ama köklere de ulaştırabilen dengeli topraklar bitkiler için hayati öneme sahiptir.

     

    Kimyasal Parametreler

    Kimyasal özellikler, toprağın besin deposu rolünü ortaya koyar. Bunların başında pH değeri gelir. pH, bitki köklerinin besin elementlerini ne ölçüde alabileceğini belirler. Çoğu bitki için ideal pH 6–7 aralığında bulunur.

    Bir diğer kritik gösterge, organik madde içeriğidir. Toprak organik maddesi, besin kaynağı olmasının yanı sıra toprağın yapısını iyileştirir ve su tutma kapasitesini artırır.

    Makro besin elementleri olan azot (N), fosfor (P) ve potasyum (K), bitkilerin gelişimi için olmazsa olmazdır. Bunun yanı sıra kalsiyum (Ca), magnezyum (Mg) ve kükürt (S) de önemli makro elementlerdir. Daha az miktarda ihtiyaç duyulan demir (Fe), çinko (Zn), mangan (Mn), bakır (Cu), bor (B) ve molibden (Mo) gibi mikro elementler de verimliliği doğrudan etkiler.

    Ayrıca katyon değişim kapasitesi (KDK) toprağın besin tutma gücünü gösterirken, elektriksel iletkenlik (EC) ise tuzluluk düzeyini belirler. Aşırı tuzlu topraklarda bitkiler su ve besinleri almakta zorlanır. Katyon Değişim Kapasitesi (KDK), toprağın besin elementlerini tutma ve bitkilere sunma gücünü gösteren bir parametredir. Toprak taneciklerinin yüzeyinde negatif yükler bulunur ve bu yüzeylere kalsiyum (Ca²⁺), magnezyum (Mg²⁺), potasyum (K⁺), amonyum (NH₄⁺) gibi besin iyonları tutunur. KDK değeri yüksek olan topraklar bu besinleri daha iyi depolar ve gerektiğinde bitkilere aktarır. Düşük KDK’lı topraklarda ise besinler kolayca yıkanır ve bitkiler besin eksikliği yaşayabilir. Özellikle organik madde oranı ve kil miktarı KDK’yı doğrudan etkiler.

     

    Elektriksel İletkenlik (EC) ise toprağın tuzluluk seviyesini ölçer. Toprak çözeltisindeki iyonlar arttıkça EC değeri yükselir. Aşırı tuzlu topraklarda suyun ozmotik basıncı artar; bu durumda bitkiler köklerinden su çekmekte zorlanır, hatta tersine su kaybı yaşayabilir. Bunun sonucu olarak bitkilerde solgunluk, gelişme geriliği ve verim düşüklüğü görülür.

     

    Biyolojik Parametreler

    Toprak yalnızca bir mineral ve besin deposu değil, aynı zamanda canlı bir ekosistemdir. Mikrobiyal biyokütle, topraktaki canlılığın en önemli göstergesidir. Mikroorganizmalar organik maddelerin ayrışmasını sağlar, bitkilere besin döngüsünde katkı sunar.

    Toprakta gerçekleşen biyolojik aktiviteleri ölçmek için enzim aktiviteleri de incelenir. Fosfataz veya dehidrogenaz gibi enzimlerin düzeyi, toprakta biyolojik işleyişin ne kadar aktif olduğunu gösterir. Ayrıca solucanlar ve faydalı mikroorganizmaların yoğunluğu da toprağın doğal verimliliğinin önemli göstergelerindendir.

     

    Diğer Destekleyici Parametreler

    Toprak verimliliğini etkileyen bazı yardımcı göstergeler de vardır. Kireç (CaCO₃) içeriği, toprağın pH dengesini koruma kapasitesini ortaya koyar. Karbon/azot (C/N) oranı, organik maddenin ayrışma hızını belirler. Ayrıca mevsimsel değişimlere bağlı olarak toprak nemi ve sıcaklığı da verimliliği doğrudan etkiler.

     

    Bir toprağın verimliliğini anlamak için yalnızca bir parametreye bakmak yeterli değildir. Fiziksel, kimyasal ve biyolojik özelliklerin bir arada değerlendirilmesi gerekir. Bu nedenle tarımda başarı için düzenli olarak toprak analizleri yapılmalı ve elde edilen verilere göre gübreleme, sulama ve toprak işleme stratejileri geliştirilmelidir.

     

    Feyza SAK

    Kimyager

     

    KAYNAKLAR

    • Brady, N. C. & Weil, R. R. (2016). The Nature and Properties of Soils. Pearson.
    • FAO (Food and Agriculture Organization of the United Nations). (2006). Guidelines for Soil Description. Rome.
    • Lal, R. (2015). Restoring soil quality to mitigate soil degradation. Sustainability, 7(5), 5875–5895.
    • Havlin, J. L., Tisdale, S. L., Nelson, W. L., & Beaton, J. D. (2013). Soil Fertility and Fertilizers. Pearson.

  • TOPRAK BİYOTASINDA AĞIR METALLER

    Toprak, canlı yaşamı için yalnızca bir yüzey değil; mineralleri, organik maddeleri, suyu ve sayısız mikroorganizmayı barındıran karmaşık bir ekosistemdir. Bu ekosistemin en önemli unsurlarından biri biyotadır. Biyota, toprağın içinde ve üzerinde yaşayan mikroorganizmalar, mantarlar, solucanlar, böcekler, bitkiler ve hatta bu ekosistemden beslenen tüm canlı topluluklarını ifade eder. Biyota, organik maddelerin parçalanması, besin elementlerinin geri dönüşümü ve toprağın verimliliğinin devamlılığında kritik rol oynar.

    Ağır metaller (kurşun, kadmiyum, cıva, arsenik, krom, nikel vb.) toprağa doğal süreçler ve insan faaliyetleriyle karışır. Volkanik patlamalar, kayaçların ayrışması ve atmosferik taşınım doğal kaynakları oluştururken; madencilik, sanayi emisyonları, trafik, tarımsal gübre ve pestisit kullanımı gibi insan kaynaklı faaliyetler toprağın metal yükünü artırır. Toprağa ulaşan bu elementler sabit kalmaz; bağlanır, çözünür, taşınır ve farklı kimyasal formlara dönüşür. Bu davranışlarını toprak yapısı, pH, organik madde miktarı, kil mineralleri ve meteorolojik koşullar belirler.

    Kil mineralleri ağır metalleri yüzeylerinde tutarak hareketliliklerini azaltabilir ve toprakta birikmelerine neden olabilir. Ancak yağış ve sulama ile bu metaller yeraltı sularına taşınabilir. Toprağın pH değeri düştükçe metaller çözünür hale gelir ve daha kolay hareket eder. Ayrıca bazı metaller farklı oksidasyon basamaklarına geçerek toksisitelerini değiştirir. Örneğin kromun Cr(III) formu daha az toksikken, Cr(VI) formu çok daha hareketli ve zehirlidir. Bu nedenle toprak koşulları, aynı elementin çevresel ve biyolojik etkisini tamamen değiştirebilir.

    Ağır metallerin biyotayla etkileşimi, ekosistem ve insan sağlığı açısından en kritik noktadır. Düşük seviyelerde bazı metaller (çinko, bakır, demir, mangan, nikel) biyota için esansiyel elementlerdir. Enzimlerin çalışmasında ve metabolizmanın sağlıklı işlemesinde rol oynarlar. Ancak aynı metallerin yüksek konsantrasyonları veya biyolojik işlevi olmayan kurşun, kadmiyum, arsenik ve cıva gibi metaller, biyota üzerinde toksik etki gösterir. Bu durumda mikroorganizmaların çeşitliliği azalır, enzim aktiviteleri baskılanır, organik madde döngüsü yavaşlar ve toprak verimliliği düşer.

    Mikroorganizmalar metalleri indirgeme, oksitleme veya bağlama yoluyla dönüştürerek topraktaki hareketliliklerini değiştirebilir. Bazı durumlarda bu dönüşümler metalleri daha kararlı hale getirip toksisitelerini azaltırken, bazen de daha hareketli ve zararlı formlar ortaya çıkarır. Bitkiler kökleriyle bu metalleri emerek besin zincirine taşır. Solucan gibi toprak canlıları metalleri bünyelerinde biriktirir, onları yiyen kuşlar veya diğer hayvanlar bu metalleri vücutlarına alır. Böylece ağır metaller zincir boyunca yukarıya doğru taşınır, yani biyomagnifikasyon gerçekleşir. Bu süreç sonunda ağır metaller soframıza gelen gıdalar yoluyla insanlara ulaşır.

    Ağır metaller yalnızca canlılara doğrudan zarar vermekle kalmaz, aynı zamanda ekosistem bütünlüğünü de tehdit eder. Mikroorganizma çeşitliliğinin azalması, toprak verimliliğinin düşmesi ve su kaynaklarının kirlenmesi zincirleme etkilerdir. Kurşun sinir sistemi üzerinde, kadmiyum böbreklerde, arsenik ise hem kanserojen etkisiyle hem de metabolizma üzerindeki bozucu etkileriyle bilinir. Bu nedenle toprak biyotası ile ağır metaller arasındaki ilişki, sadece ekoloji değil aynı zamanda halk sağlığı açısından da kritik bir konudur.

    Sonuç olarak ağır metaller, toprak biyotası için bir denge unsurudur. Düşük seviyelerde bazıları yaşamsal öneme sahipken, yüksek seviyelerde aynı elementler veya diğer toksik ağır metaller biyotanın çeşitliliğini ve işlevselliğini tehdit eder. Bu dengenin korunması, sadece toprak ekosisteminin değil, tüm canlıların ve insan sağlığının güvenliği açısından vazgeçilmezdir. Ağır metal kirliliğini önlemek, aslında geleceğimizi korumaktır.

    Feyza SAK

    Kimyager

    KAYNAKLAR

    • Xia et al., 2014 – Heavy metals dynamics in soil systems
    • Zhang et al., 2012 – Soil clay interactions with heavy metals
    • Choppala et al., 2018 – Redox processes in heavy metal contaminated soils
    • Shen et al., 2017 – Influence of meteorology and topography on soil metal concentrations

  • GÜNLÜK HAYATTA PAH’LAR: Görmediğimiz, Ama Soluduğumuz Kimyasallar

    PAH yani Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar, kulağa teknik bir laboratuvar terimi gibi gelse de aslında hepimizin günlük yaşamında fark etmeden karşılaştığı kimyasal bileşiklerdir. Endüstriyel üretimden soframıza gelen yiyeceklere, şehir trafiğinden evimizin sobasına kadar hayatımızın pek çok alanında PAH’lar vardır.

    Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar (PAH’lar), kömür, petrol, odun, tütün gibi organik maddelerin eksik yanması sonucu ortaya çıkan bir grup kimyasaldır. Yani ateş, duman veya yanma varsa orada PAH bulunma ihtimali yüksektir.

    Günlük Hayatta Nerelerde Karşılaşırız?

    • Trafik ve Egzoz Dumanı: Yoğun trafiğin olduğu bölgelerde hava kirliliğinin önemli bir kısmı PAH kaynaklıdır. Özellikle dizel motor egzozu yüksek PAH içerir.
    • Sigara Dumanı: Hem aktif sigara içenler hem de pasif içiciler için en önemli PAH kaynaklarından biridir.
    • Mangal ve Izgara Yemekler: Etlerin yüksek ateşte, köz üzerinde pişirilmesi PAH oluşumunu artırır. Yanmış veya çok kızarmış yüzeyler en yüksek PAH’ı içerir.
    • Isınma ve Sobalar: Odun, kömür veya biyokütle yakılan ortamlarda PAH oluşur ve havaya yayılır.
    • Endüstriyel Alanlar: Rafineriler, asfalt üretimi, alüminyum ve çelik sanayi de yoğun PAH kaynaklarıdır.

    PAH’ların bazı türleri kanserojen (özellikle akciğer ve deri kanseriyle ilişkili) olarak sınıflandırılmıştır. Ayrıca uzun süreli maruziyet; solunum problemleri, cilt tahrişleri, bağışıklık sistemi zayıflaması gibi sağlık sorunlarına yol açabilir. Çevre açısından ise toprağa ve suya tutunarak uzun süre kalıcı olabilirler.

    Kendimizi Nasıl Koruyabiliriz?

    • Beslenmede:
      • Yanmış veya çok kızarmış etleri tüketmemek.
      • Mangal ve barbeküde gıdayı ateşe çok yakın pişirmemek.
    • Evde:
      • Kapalı alanlarda sigara içilmesine izin vermemek.
      • Bacalı soba veya şömine kullanılıyorsa iyi çekiş sağlamak.
    • Çevrede:
      • Yoğun trafik bölgelerinden uzak durmaya çalışmak.
      • Bisiklet ve yürüyüş yollarını, egzoz yoğunluğunun daha az olduğu güzergâhlardan seçmek.

    PAH’lar gözle görülmez ama günlük hayatımızda sürekli maruz kaldığımız kimyasallardır. Bilinçli tercihler yaparak – örneğin yiyecekleri doğru pişirerek, temiz yakıt kullanarak, sigara dumanından uzak durarak – maruziyeti önemli ölçüde azaltmak mümkündür. Unutmayalım: Küçük önlemlerle hem kendi sağlığımızı hem de çevremizi koruyabiliriz.

     

     

    Feyza SAK

    Kimyager

     

    KAYNAKLAR

  • DİJİTAL ÜRÜN PASAPORTU

    Dijital Ürün Pasaportu, ürünlere ait ham madde kaynağı, üretim süreci, kimyasal içerikler, bakım talimatları, geri dönüşüm imkânları ve karbon ayak izi gibi bilgilerin dijital bir platformda saklanmasını ve erişilebilir olmasını sağlayan sistemdir.

    Bu pasaport sayesinde her ürün, tıpkı bir kimlik kartı gibi kendi dijital DNA’sına sahip olur. Ürünle ilgili bilgiler QR kod, RFID etiketi veya blok zincir tabanlı sistemler üzerinden takip edilebilir.

    Son yıllarda Avrupa Birliği’nin Döngüsel Ekonomi Eylem Planı kapsamında gündeme getirdiği en önemli yeniliklerden biri Dijital Ürün Pasaportu (Digital Product Passport – DPP) olmuştur. Özellikle sürdürülebilirlik, ürün şeffaflığı ve geri dönüşüm ekonomisi açısından bu kavram giderek daha kritik hale geliyor.

    Dijital Ürün Pasaportu bazı faydalar sunacaktır. Bunlar;

    1. Şeffaflık: Tüketici, satın aldığı ürünün nereden geldiğini, nasıl üretildiğini ve çevresel etkilerini öğrenebilir.
    2. Sürdürülebilirlik: Ürünlerin geri dönüşüm ve yeniden kullanım oranlarını artırır.
    3. Yeşil Mutabakat Uyum: Avrupa Yeşil Mutabakatı çerçevesinde AB pazarına ihracat yapan firmalar için zorunluluk haline gelecektir.
    4. Tedarik Zinciri İzlenebilirliği: Ham madde çıkışından son kullanıcıya kadar tüm süreci kayıt altına alır.
    5. Karbon Ayak İzi Hesaplama: Ürün bazlı emisyonların doğru şekilde raporlanmasını kolaylaştırır.

    DPP uygulamaları kademeli olarak çeşitli sektörlerde zorunlu hale getirilecektir;

    • Elektrikli ve elektronik ürünler: Telefon, bilgisayar, beyaz eşya vb.
    • Pil ve bataryalar: Özellikle elektrikli araç bataryaları.
    • Tekstil sektörü: Kumaş türü, geri dönüştürülebilirlik bilgileri.
    • Plastikler ve ambalaj: Geri dönüşüm oranı ve malzeme içerikleri.
    • Otomotiv ve inşaat sektörü: Kullanılan malzemelerin kaynağı ve çevresel etkileri.

    Şirketler için Dijital Ürün Pasaportu yalnızca bir regülasyon zorunluluğu değil, aynı zamanda rekabet avantajı sağlayabilecek bir araçtır.

    • Marka İtibarı: Şeffaflık sağlayan markalar, tüketicinin güvenini kazanır.
    • Yenilikçilik: Dijital izlenebilirlik, tedarik zinciri yönetimini daha verimli hale getirir.
    • Yeni İş Modelleri: Ürün kiralama, geri alma ve ikinci el pazarları daha sistematik şekilde yönetilebilir.

    Bir tüketici olarak satın aldığınız tişörtün:

    • Hangi ülkede üretildiğini,
    • Hangi kumaş türünden yapıldığını,
    • Ne kadar su tüketildiğini,
    • Geri dönüşüm imkânlarını saniyeler içinde öğrenebileceğinizi düşünün. İşte DPP tam olarak bunu sağlar.

    2026’dan itibaren AB’de bazı ürün gruplarında zorunlu olacak Dijital Ürün Pasaportu, orta vadede küresel ticaretin de standartlarından biri haline gelecektir. Türkiye gibi AB ile yoğun ticaret yapan ülkeler için bu dönüşüme şimdiden hazırlanmak büyük önem taşır.

    Dijital Ürün Pasaportu, daha şeffaf, daha sürdürülebilir ve daha döngüsel bir ekonomi için atılmış dev bir adımdır. Hem üreticiler hem tüketiciler hem de çevre için fayda sağlayacak bu sistem, gelecekte ürünlerin ayrılmaz bir parçası olacaktır.

     

    Feyza SAK

    Yeşil Bina Sertifika Uzmanı

     

    KAYNAKLAR

    • Avrupa Komisyonu, Circular Economy Action Plan (2020)
    • European Commission – Ecodesign for Sustainable Products Regulation (ESPR)
    • Ellen MacArthur Foundation, Digital Product Passport insights
    • McKinsey & Company, “The future of product traceability and digital passports”
    • WBCSD (World Business Council for Sustainable Development) – Digital Product Passport Framework

  • POLİKLORLU BİFENİLLER (PCB)

    Poliklorlu bifeniller (PCB’ler), 20. yüzyılın ortalarında sanayi devriminde yıldızı parlayan, ama bugün çevreye ve sağlığa verdiği zararlarla anılan sentetik kimyasallardır. Kullanım alanları bir zamanlar yüksek ısıya dayanıklı, kolay yanmayan ve iyi yalıtkan özellikleri sayesinde oldukça genişti: elektrik transformatörlerinde ve kondansatörlerde yalıtkan sıvı, hidrolik yağ, boya, vernik, plastik katkı maddesi… Dayanıklılığı, ısıya ve kimyasal bozunmaya karşı direnci sayesinde “mükemmel” bir endüstriyel ürün olarak tanımlanıyordu. Ancak bu özellikler aynı zamanda PCB’leri çevrenin baş belası kalıcı organik kirleticilerinden (POP) biri haline getirdi. Özetle PCB’ler geçmişte ciddi bir teknolojik fayda sağlamıştı. Özellikle elektrik şebekelerinin güvenli çalışmasında kritik rol oynadı. Ancak bugün biliyoruz ki bu faydalar, çevre ve insan sağlığı üzerindeki ağır zararları karşılamıyor. Dolayısıyla PCB’lerin kullanımı 1970’lerden itibaren birçok ülkede yasaklandı ve Stockholm Sözleşmesi kapsamında tamamen kontrol altına alındı.

    Toprakta Neden olduğu Olumsuzluklar;

    PCB’ler doğrudan toprağa geçtiğinde ortaya çıkan etkiler:

    • Kalıcı kirlilik: PCB’ler kolay kolay parçalanmaz. Yıllarca, hatta on yıllarca toprakta varlığını sürdürebilir.
    • Biyoakümülasyon: Topraktaki PCB’ler bitkiler ve mikroorganizmalar tarafından alınır, ardından gıda zinciri boyunca hayvanlara ve insanlara taşınır.
    • Ekosistem bozulması: PCB’ler toprağın mikrobiyal dengesini bozar, bazı toprak canlılarının üremesini ve faaliyetini baskılar. Bu da doğal ekolojik döngülerin (ör. azot döngüsü) sekteye uğramasına yol açar.
    • Toksisite: Topraktan geçen PCB’ler karaciğer hasarı, hormon sisteminde bozulmalar ve kanser riski gibi ciddi sağlık sorunlarına neden olabilir.

    Toprağa Nasıl Bulaşır?

    PCB’lerin toprakla buluşması çoğunlukla insan faaliyetlerinden kaynaklanır:

    • Elektrik ekipmanları (eski trafo ve kondansatörlerden sızma)
    • Sanayi kazaları veya yangınlar (PCB içeren yağların çevreye yayılması)
    • Atık depolama alanları (PCB içeren malzemelerin düzenli depolama yerine uygunsuz şekilde atılması)
    • Atmosferik taşınım (PCB içeren gaz ve partiküller rüzgârla taşınıp yağışla toprağa inebilir)

    Topraktan Temizlemek Mümkün mü?

    Tam anlamıyla “kolay” değil, ama bazı yöntemler mevcut:

    • Isıl işlem (termal desorpsiyon / yakma): PCB’leri yüksek sıcaklıkta parçalamak mümkün, fakat maliyetlidir.
    • Kimyasal bozundurma: Bazı indirgeme/oksidasyon teknikleri PCB moleküllerini parçalayabilir.
    • Biyoremediasyon: Belirli bakteriler ve mantarlar PCB’leri sınırlı ölçüde parçalayabilir, ama bu yöntem yavaş işler.
    • Toprak yalıtımı ve uzaklaştırma: Bazı durumlarda kirlilik “kazı ve bertaraf” yöntemiyle ortadan kaldırılır.

    Günümüzde PCB temizliği çoğu zaman karma yöntemlerle yürütülmektedir.

    PCB’ler toprağa bulaştığında kolayca kaybolmayan, zincirleme etkilerle hem doğayı hem insan sağlığını tehdit eden maddelerdir. Endüstride sağladıkları faydalar artık tarih kitaplarında kaldı. Bugün önemli olan, mevcut kirliliği kontrol altına almak, PCB’li ekipmanları güvenli şekilde bertaraf etmek ve geleceğe daha temiz bir çevre bırakmaktır.

    Feyza SAK

    Kimyager

    KAYNAKLAR

    • UNEP (2001). Stockholm Convention on Persistent Organic Pollutants.
    • WHO (2003). Polychlorinated biphenyls: Human health aspects.
    • ATSDR (2000). Toxicological Profile for Polychlorinated Biphenyls (PCBs).
    • US EPA (2022). Polychlorinated Biphenyls (PCBs) Overview.

  • KALICI ORGANİK KİRLETİCİLER (KOK)

    Kalıcı Organik Kirleticiler (KOK’lar), adından da anlaşılacağı gibi doğada kolayca parçalanmayan, yıllarca hatta on yıllarca çevrede kalan, toksik özellikleriyle öne çıkan kimyasal bileşiklerdir. Birçoğu geçmişte tarımda, endüstride ve sanayide büyük faydalar sağlamış olsa da bugün çevre ve insan sağlığı için ciddi riskler barındırıyorlar.

    KOK’ların en bilinen örnekleri:

    • PCB’ler (Poliklorlu Bifeniller) – elektrik ekipmanlarında yalıtkan yağlar
    • DDT – tarımda böcek öldürücü olarak kullanılmış pestisit
    • Dieldrin, Aldrin, Chlordane – tarımsal pestisitler
    • Dioxinler ve Furanlar – yan ürün veya atık olarak oluşan toksik bileşikler

    Bu kimyasalların ortak özelliği, lipofilik olmalarıdır; yani yağ dokusunda birikerek canlılarda depolanır ve gıda zinciri boyunca taşınır.

    Toprağa Nasıl Bulaşır?

    • Pestisit uygulamaları (özellikle geçmişte yaygın kullanımlar)
    • Endüstriyel sızıntılar (kimyasal tesisler, üretim atıkları)
    • Yan ürünler (yanma süreçleri, özellikle açık alan yakmaları)
    • Atık yönetimindeki yetersizlikler (uygunsuz depolama, kaçak döküm)

    Toprakta yarattıkları bazı olumsuzluklar;

    • Kalıcı kirlilik: KOK’lar toprakta onlarca yıl çözünmeden kalabilir.
    • Biyoakümülasyon ve biyomagnifikasyon: Küçük organizmalardan başlayarak besin zincirinde birikir ve yukarı çıktıkça derişimleri artar.
    • Ekosistem bozulması: Toprak mikroflorası ve faunası üzerinde baskı yapar, doğal biyolojik döngüleri kesintiye uğratır.
    • İnsan sağlığı riski: Kanser, hormonal bozukluklar, bağışıklık sistemi zayıflaması gibi etkiler gösterir.

    Topraktan Temizlemek Mümkün mü?

    KOK’ların kalıcılığı, temizleme sürecini oldukça zorlaştırır. Yine de bazı yöntemler geliştirilmiştir:

    • Isıl yöntemler: Yüksek sıcaklıkta yakma ile tamamen parçalanabilirler.
    • Kimyasal oksidasyon/indirgeme: Bazı özel reaktiflerle moleküller parçalanabilir.
    • Biyoremediasyon: Belirli mikroorganizmalar çok yavaş da olsa KOK’ları parçalayabilir.
    • Toprak kazısı ve bertaraf: Şiddetli kirlilikte genellikle tercih edilen yöntem.

    Tarihsel açıdan bakıldığında, KOK’lar büyük faydalar sağlamıştı:

    • DDT, sıtma taşıyan sivrisineklerin yok edilmesinde milyonlarca hayat kurtardı.
    • PCB’ler, elektrik sistemlerinde güvenliği artırdı.
    • Bazı pestisitler, tarımsal verimi kısa sürede yükseltti.

    Ama bugün biliyoruz ki bu “kısa vadeli faydalar”, uzun vadeli çevresel ve sağlık maliyetleri yanında çok küçük kalıyor. Bu nedenle KOK’ların kullanımı, Stockholm Sözleşmesi ile küresel ölçekte yasaklanmış veya sınırlandırılmıştır.

    KOK’lar, toprağa bulaştığında yok edilmesi neredeyse imkânsız olan, nesiller boyunca sürecek etkiler bırakan kirleticilerdir. Çevre politikalarının, atık yönetiminin ve sürdürülebilir üretim anlayışının merkezinde bu yüzden KOK’ların kontrolü yer alır. Bugün bizim görevimiz, geçmiş hataları tekrarlamamak ve gelecek nesillere daha temiz bir dünya bırakmaktır.

     

     

    Feyza SAK

    Kimyager

     

    KAYNAKLAR

    • UNEP (2001). Stockholm Convention on Persistent Organic Pollutants (POPs).
    • WHO (2010). Persistent Organic Pollutants: Impact on Human Health and the Environment.
    • US EPA (2021). Learn about Persistent Organic Pollutants (POPs).
    • ATSDR (2000). Toxicological Profiles of Selected POPs.

  • ATIK SUDA İLETKENLİK NE ANLATIR?

    Atık su analizlerinde sıkça karşılaştığımız parametrelerden biri olan iletkenlik, bize suyun ne kadar “yüklü” olduğunu yani içinde ne kadar çözünmüş iyon bulunduğunu gösterir. Bu değer; sudaki tuzlar, mineraller, metaller gibi elektrik ileten maddelerin toplamını ifade eder.

     İletkenlik, bir su örneğinin elektrik akımını iletebilme kapasitesidir. Yüksek iletkenlik, suda bol miktarda çözünmüş iyon (örneğin Na⁺, Cl⁻, SO₄²⁻) olduğunu; düşük iletkenlik ise iyon miktarının az olduğunu gösterir. Bu nedenle iletkenlik değeri, bir suyun “temizliği” ya da “yük taşıma kapasitesi” hakkında önemli ipuçları sunar.

    Yüksek İletkenlik Ne Anlama Gelir?

    Atık suda iletkenlik değerinin yüksek olması, genellikle suda yüksek miktarda tuz, metal iyonu veya kimyasal bulunduğuna işaret eder. Özellikle endüstriyel atık sularda bu değer doğal olarak yüksek olabilir. Ancak bu durum her zaman olumlu değildir. Biyolojik arıtma sistemleri, belirli bir iletkenlik eşiğinin üzerinde verim kaybı yaşayabilir. Örneğin 3000 µS/cm üzerindeki iletkenlik, mikroorganizmaların yaşama şansını azaltabilir.

    Yani iletkenlik yüksekse:

    • Kimyasal yük fazladır,
    • Endüstriyel bir prosesin sonucu olabilir,
    • Biyolojik arıtmayı zorlaştırabilir,
    • Alıcı ortamda ekolojik riske neden olabilir.

    Düşük İletkenlik Ne Anlama Gelir?

    Düşük iletkenlik ise suda az miktarda çözünmüş madde olduğunu gösterir. Bu, suyun saf suya yakın olduğu anlamına gelebilir. İçme suyu, yağmur suyu veya bazı iyi arıtılmış atık sular bu özellikte olabilir. Ancak proses açısından bakıldığında, iletkenliğin çok düşük olması, suyun kimyasal madde almamış olması ya da nötralizasyonun tam sağlanamadığı gibi sorunlara da işaret edebilir.

    İletkenliğin Sıcaklık ve pH ile İlişkisi Nasıldır?

    İletkenlik sıcaklığa oldukça duyarlıdır. Sıcaklık arttıkça iyonlar daha hızlı hareket eder, bu da ölçülen iletkenlik değerinin artmasına neden olur. Bu nedenle iletkenlik ölçümleri genellikle 25°C’ye düzeltilmiş (normalize edilmiş) şekilde raporlanır.

    pH ile doğrudan bir ilişki bulunmasa da, pH seviyesinin çok asidik ya da çok bazik olması bazı iyonların çözünmesini artırabilir ve bu da iletkenliği etkileyebilir. Ayrıca pH düzenlemesi için eklenen asit veya baz kimyasalları da iletkenliği dolaylı olarak artırabilir.

    Hangi Durumda Hangi Değer İstenir?

    Su Türü İletkenlik Değeri (µS/cm) Açıklama
    İçme suyu 0 – 250 Düşük iletkenlik, az iyon
    Evsel atık su (ham) 500 – 1500 Doğal kaynaklara yakın
    Endüstriyel atık su (ham) 1500 – 10.000+ Kimyasal içerik yüksek
    Arıtılmış atık su (deşarj suyu) <2000 Alıcı ortama zarar vermemeli
    Soğutma suyu 500 – 2000 Yüksek iletkenlik korozyon riskini artırabilir

    İletkenlik, suyun fiziksel ve kimyasal kalitesine dair önemli bilgiler verir. Ancak bu parametre tek başına yeterli değildir. pH, sıcaklık, askıda katı madde ve diğer kimyasal analizlerle birlikte değerlendirilmelidir. Endüstriyel proseslerde ham su kalitesi kadar, deşarj suyunun çevreye etkisi açısından da dikkatle izlenmesi gereken bir göstergedir.

    İletkenlik değerinin neden yükseldiği ya da düştüğü sorusuna verilecek yanıt, ancak suyun kaynağı, geçtiği prosesler ve hedeflenen kullanım yerine göre farklılık gösterebilir. Bu yüzden analiz sonuçlarını yorumlarken “tek değer – tek sonuç” yaklaşımından uzak durmak gerekir.

     

     

    Feyza SAK

    Kimyager

     

    KAYNAKLAR

    1. https://www.epa.gov
    2. https://www.who.int
    3. https://demo.haliccevre.com/wp-content/uploads/2017/10/su-kirliligi-kontrolu-yonetmeligi.pdf
    4. https://intweb.tse.org.tr/